"Demokraside, Bir Kişi Değil, Herkes Özne Olmalı"

TAKİP ET

Battalgazi Gazetesi Sahibi Erdal Öztürk, Av. Raşit Alaca ile gündeme dair söyleşi gerçekleştirdi. Alaca, demokraside kişilerin önemine dikkat çekerek, "Demokrasi, bir kişinin değil herkesin özne olması ve dikkat kesilmesi gereken bir rejimdir" dedi.

Av. Raşit Alaca ile ülkemizin hukuk sistemi ve siyasi partilerin mevcut durumları hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik. Siyasi Partiler Kanunu’nun da reformun şart olduğunun altını çizen Alaca "Kısacası TBMM, ülkenin sesi, milletin nefesidir. Bir topluluğa duyduğunuz kin yüzünden meclisin gücünün ve etkisinin zayıflatılmasını görmezden gelirseniz, bir gün sultanlığa ya da hanedanlığa uyanabilirsiniz ve inanın öyle bir rejimde yaşamak istemezsiniz. Demokrasi, bir kişinin değil herkesin özne olması ve dikkat kesilmesi gereken bir rejimdir" dedi.
Av. Raşit Alaca ile gerçekleştirmiş olduğumuz bu çok özel söyleşiyi siz değerli okurlarımız için haber yaptık.
Öncelikle Av. Raşit Alaca’yı Malatya kamuoyu tanıyor. Sizi tanımayan vatandaşlarımıza kendinizi tanıtmak isterseniz neler söylemek istersiniz?
- Öncelikle duyarlılık göstererek bizi ziyaret ettiğiniz için teşekkür ediyorum, hoş geldiniz. Aslen Erzurumluyum, 45 yıldır (üniversite yılları hariç) Malatya’da yaşıyorum. Çilesiz Mahallesinde büyüdüm. İlköğretimi Feyzullah Taşkınsoy İlkokulu’nda, orta ve liseyi de Malatya Gazi Lisesi’nde tamamladım. Doğrusunu belirtmek gerekirse başarılı bir okul/öğrencilik yaşamım oldu. 1989 yılında A. Ü. Hukuk Fakültesini kazandım. 1996 yılından beri de Malatya’da serbest avukat olarak mesleki faaliyetimi devam ettirmekteyim. Yarım asırlık yaşamımızda ülkemin sorunlarına bigâne kalamadım. Sosyal ve siyasal yaşamına karınca kararında duyarlılık gösterdik. Post modern darbe olarak nitelendirilen 28 Şubat sürecinde Mazlum-Der Malatya Şube Başkanlığı yaptım. Ak Parti’nin kuruluş sürecinde aktif siyaset yaptım. 21. Dönem Milletvekili seçimlerinde Malatya’dan Milletvekili Aday Adayı oldum ancak 2004 Mahalli İdareler seçimi arifesinde Ak Parti İl Başkanlığı’nda yaşanan malum bazı sıkıntılar nedeniyle, Ak Parti’ye ve dolayısıyla siyasete mesafeli durmaya çalıştım. Ancak, ülkeme olan borcumu hala ödeyemediğim kanaatinde olduğumu düşünüyorum. Bu vesileyle, Deva Partisi’nin kuruluş sürecini yakından takip ettim. Nasip olursa Deva Partisi’nin Malatya İl Teşkilatı’nda bir kademede sorumluluk alıp, ülkeme ve ülkemin güzel insanlarına hizmet etmek istiyorum.

Türkiye hukuk devleti olma yolunda nerede. İstenilen düzeye ulaştı mı, yoksa hangi alanlarda hukuki düzenlemelerle hukuk devleti olma noktasında adında söz ettirecek?
Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu iddia etmek çok güç. Yasal olan ancak, meşruluğu tartışılan bir anayasa orta yerde dururken, hangi müesseselerinizi ne ölçüde demokratikleştirebilirsiniz? Bu mümkün değil. Yapılacak iş; sıfır kilometre, sivil/demokratik/özgürlükçü bir anayasa yapmaktır. Yapılacak yeni anayasa tüm toplumsal kesimleri kapsayan ve talepleri karşılayan, aynı zamanda tüm yurttaşların kendisini içinde bulduğu bir aidiyet duygusunu yaşatan bir anayasa olmalıdır. Hukuk devleti olma yolundaki en önemli ve birincil adım yeni bir anayasa yapmaktan geçer. Yasal ve diğer alt düzenlemeleri de sivil/demokratik/özgürlükçü anayasaya uyarladığınızda, yasal alt yapı tamamlanmış olur. Tabii ki, en ideal yasaları da yapsanız, kötü hukukçuların elinde, istediğiniz sonuçları alamayabilirsiniz. Bu nedenle, insan kaynağını da doğru kanalize etmek/eğitmek gerekir.
Birazda Türkiye gündeminde konuşulan hukuk gündemiyle ilgili sohbet edelim. HDP’den iki ve CHP’den bir milletvekilinin milletvekilliğinin düşürülmesi kararını bir hukukçu olarak nasıl yorumluyorsunuz?
-Tam olarak bir felaket olarak değerlendiriyorum. Demokratik ülkelerde milletvekilliği dokunulmazlığının olmaması savunulabilir fakat otoriter yönetimlerde milletvekili dokunulmazlığının olması her zaman halkın lehinedir. Zira TBMM, halkın iradesini temsil eder ve yürütmeye karşı kendi gücünü ancak böyle koruyabilir. Nitekim ülkemizde milletvekili dokunulmazlığı kalktığından beri meclisin daha da suskunlaştığı ve her geçen gün etkisini kaybettiği bir vakıadır. Bu, suç işleyen milletvekilleri cezasını çekmesinler anlamına gelmez sadece bu cezalarını milletvekilliği bittikten sonra çeksinler anlamına gelir. Diğer türlü yasama yürütmenin keyfiliğine terkedilmiş olur. Nitekim yakın geçmişte BDP Milletvekili Kemal Aktaş ve MHP Milletvekili Engin Alan hakkında kesinleşmiş mahkeme kararları olmasına rağmen milletvekillikleri düşürülmeyerek dönem sonuna kadar görev yapmaları sağlanmışken, son olayda durum bunun tersi olmuştur. Burada bir çifte standart olduğu açıktır. Bu durum yaşanan olayın hukuki olmaktan ziyade siyasi olduğu anlamına gelir. Zaten hukuki olsaydı 1,5 yıl önce kesinleşen kararın bugün değil o gün uygulanması gerekirdi. Belli ki partiye göre, vekile göre, şartlara göre bir uygulama söz konusudur. Bu şartlarda yargıyı kontrol altına alan herhangi bir iktidar istediği milletvekili hakkında sudan bahanelerle mahkeme kararı çıkararak milletvekilliğini düşürebilir ve meclisteki dengeyi kendi lehine çevirebilir. Bunun nerelere varacağını tahmin etmek zor değildir. Türkiye 28 Şubatta bunun birçok örneğini görmüştü. Doğru olan tavır yanlışı kim yaparsa yapsın karşı çıkmaktır. Onurlu ve güçlü bir meclis üyelerini yürütmenin insafına terk etmez, üyesinin görevinin bitmesini bekler, görevi bittikten sonra suçluyu kendi eliyle götürür cezaevine teslim eder. Bunu engelleyen bir yasa varsa da o yasayı değiştirir. HDP’nin ise PKK ile arasına net bir mesafe koyamadığı,
bunu yapmadığı sürece de hiçbir şey yokmuş gibi davranılmasını hak etmediği açıktır. Elbette ki PKK uyguladığı terörden dolayı lanetlenmeli, ona karşı kolluk kuvvetleriyle mücadele edilmeli HDP ise bu tavrından dolayı kınanmalıdır. Elbette ki hangi partiden olursa olsun suç işleyen milletvekilleri görev sürelerinin sonunda cezalarını çekmelidir. Zaten birkaç yıl öncesine kadar ülkemiz de uygulanan sistem buydu. Demek ki öyle de olabiliyormuş. Kürt halkının seçtiği vekilleri tutuklayarak ya da halk tarafından seçilmiş belediye başkanlarının yerine kesinleşmiş mahkeme kararları olmaksızın kayyum atayarak bu sorunu çözemeyeceğimizi 40 yıldır anlamış olmamız gerekirdi diye düşünüyorum. Seçilmiş insanların ancak tarafsız ve bağımsız bir mahkeme kararıyla görevlerinden alınabileceğini anladığımızda umalım da başka bir rejimde yaşıyor olmayalım. Bu tavır, HDP vekillerini ya da belediye başkanlarını savunmak değildir, hukuku, hukukun üstünlüğünü ve millet iradesini savunmaktır. Yoksa elbette ki varsa suç işleyenler bunun cezasını çekmelidir. Fakat bu suçu ve cezayı, iç işleri bakanı ya da iktidar belirleyemez, hukuk belirler. Diğer türlü o ülke yaşanmaz hale gelir. Aynı şeyin farklı bir hükümet tarafından Ak Parti belediyelerine ya da 28 Şubat’ta ki Refah Partisi belediyelerine yapıldığını bir düşünün. Kürt meselesi de dâhil tüm sorunlarımızın çözümü, adalet, özgürlük, çoğulculuk ve katılımcılığın esas alındığı demokratik bir ülke oluşturmaktan geçmektedir. Türk, Kürt, Sünni, Alevi, yoksul, zengin, kadın, erkek herkesin eşit olduğu ve herkesin kendini bu ülkenin asil unsuru hissettiği bir ülke olmayı başaramadan, ötekileştirmeye ve kutuplaştırmaya son vermeden bu sorunları çözemeyeceğimiz açıktır. Sonuçlar üzerine odaklanmak yerine biraz da sebepler üzerine odaklanmamız icap eder. Kısacası TBMM, ülkenin sesi, milletin nefesidir. Bir topluluğa duyduğunuz kin yüzünden meclisin gücünün ve etkisinin zayıflatılmasını görmezden gelirseniz, bir gün sultanlığa ya da hanedanlığa uyanabilirsiniz ve inanın öyle bir rejimde yaşamak istemezsiniz. Demokrasi, bir kişinin değil herkesin özne olması ve dikkat kesilmesi gereken bir rejimdir.

Konu siyasilerden açılmışken, siyasilerin mahkeme kararlarını yorumlamaları, tartışma ortamı oluşturmaları hukuka olan güveni zedeliyor mu?
- Mahkeme kararları layüsel değildir. Başta siyasiler olmak üzere ilgili herkes mahkeme kararları hakkında değerlendirmelerde bulunabilirler ve hatta eleştirebilirler de. Burada önemli olan, mahkeme kararlarını yorumlayan siyasilerin hangi saik veya niyetle yaptıklarıdır. Ülkemizdeki en önemli hastalıklardan birisi, herkes kendi mağduru ya da mağduriyeti üzerinden meseleleri ele alır. Bu çok yanlış bir yaklaşımdır. Hâlbuki meseleye, “zalim ve mazlum” kıstası üzerinden bakmak gerekir. Diyebilmeliyiz ki; haksızlık kimden ve nereden gelirse gelsin zalime karşı mazlumdan yanayım. Mazlumun etnik, dini ve mezhebi kimliği sorulmaz. Bu bakış açısıyla olayları okuduğumuzda, yanlış mahkemeden de gelse buna karşı tavır geliştirmek hukuk devletinin ve demokratik düzenin bir gereğidir fakat, ülkemizde maalesef durum böyle karşılanmıyor. Herkes, haklı ve ya haksızlığına bakmadan, adil bir tavır geliştirmeden kendi mağduruna ağlamayı tercih ediyor. Böylesi bir anlayış da, olması gerekeni yakalamamızı ve bireysel ve toplumsal yaşamımızda pratize edilmesini engelliyor.

Siyasi partiler ve seçim yasası değişikliği yapılmalı mı?
-Tabii ki. Esas itibariyle, ivedilikle mer’i 1982 Anayasası ya tamamen değiştirilmeli ya da antidemokratik hükümlerin ayıklanması gerekiyor. Anayasal değişikliği gerçekleştirmeden, demokratik, sivil,  özgürlükçü bir anayasa yapmadan, Siyasi partiler ve seçim yasalarında yapılacak değişiklikler palyatif /kadük tedbirler olarak kalır. Son günlerde ülke gündemini işgal eden bu minvaldeki tartışmalar, tam da bu anlama gelmektedir. Darbe ruhunu mündemiç meri anayasa
değiştirilmedikçe, ülkemiz üzerindeki kara bulutlar yerini korumaya devam edecektir. Bütün münevverlerin ve yurttaşların bu noktaya yoğunlaşması gerekiyor.

Siyasi partiler ve seçim yasasında neler değişmelidir?
- Bu konu, üzerinde çokça konuşulan/tartışılan ancak, aynı zamanda üzerinde ittifak sağlanamayan netameli konuların başında gelir. Biraz da her siyasi anlayış kendi yaklaşımını ve beklentilerini dile getirmektedir. Yine de kendi okumam muvacehesinde, seçim sistemi ve siyasi partiler yasasında  birkaç başlıkta düşüncelerimi paylaşabilirim.
Önce seçim sistemi ve siyasi Partiler Kanunu reformu şart
Başkanlık sistemleri kâğıt üzerinde demokratik olduklarında bile zamanla otoriter başkanlığa dönüşme eğilimi gösteriyor. An itibariyle, ülkemizde cari başkanlık (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) sisteminin nasıl da tek adamlığa evrildiği tartışmalarını şiddetle yaşıyoruz. Dolayısıyla, murat edilen kuvvetler ayrılığı paradigmasının nasıl da ortadan kalktığını, arzu edilen denge denetimin hayata geçirilmediğini, TBMM’nin pasifize edildiğini ve ülkeyi ilgilendiren pek çok kararın alınmasında devre dışı bırakıldığını müşahede ediyoruz ama kâğıt üzerindeki bir başkanlık sisteminin bile demokratik olabilmesi için başka reformlar yanında seçim sisteminin ve Siyasi Partiler Kanunu'nun (SPK) da değişmesi şart.
Bunun en önemli nedeni, başkanlık sisteminde, iyi yönetmeyen veya toplumun onaylamadığı kararları almak isteyen bir hükümeti bir sonraki seçime dek normal yollardan değiştirmenin mümkün olmaması. Bu sistemde güvenoyu ve erken seçim gibi mekanizmalar yok. Kötü yöneten veya yetkilerini aşan bir başkan (hükümet değil) ancak azil (Yüce Divan) yöntemiyle değiştirilebiliyor. O da çok sancılı ve nadiren başvurulması gereken bir yöntem. Zaten bu durumda bile hükümet değil, sadece başkan değişiyor.
İşte tam da bu yüzden, sistemin demokratik olarak işleyebilmesi için başkanlığın “yatay” (yasama ve yargı erkleri ve Merkez Bankası gibi bağımsız ve yarı bağımsız kuruluşlar) ve “dikey” (vatandaşlar, sivil toplum, uluslararası anlaşmalar ve yükümlülükler) yönlerden dengelenmesi ve denetlenmesi zorunlu.
Bu iki mekanizmayı oluşturan kurum ve organizasyonların bağımsız, şeffaf ve demokratik olabilmesi çok önemli. Dikey denetleme mekanizmaları içinde de, yeterince tartışılmadığı için vurgulanması gereken organizasyon, başkanın kendi partisi. Başkanın kendi partisi ne derece özerk ve güçlü olacak ve başkanı denetleyebilecek? Tabii aynı soru muhalefet için de geçerli.
Sistemin demokratik olarak işleyebilmesi için başkanlığın 'yatay' (yasama ve yargı erkleri ve Merkez Bankası gibi bağımsız ve yarı bağımsız kuruluşlar) ve 'dikey' (vatandaşlar, sivil toplum, uluslararası anlaşmalar ve yükümlülükler) yönlerden dengelenmesi ve denetlenmesi zorunlu.
İşte seçim sisteminin ve SPK’nın değişmesi bu yüzden hayatî bir önem kazanıyor. (Bağımsız ve tarafsız yargı olmazsa olmaz koşul olduğu için burada ayrıca zikretmeyelim). Başkanlığı demokratik yoldan denetleme ve dengeleme görevlerini yürütebilmeleri için, meclisin ve siyasal partilerin güçlü ve demokratik olması gerekli. Eğer seçimler ve siyasal partiler toplumu etkin biçimde temsil edebilen,
politika üretebilen ve karar alabilen bir meclis üretmiyorsa, siyasal partilerin kendileri güçlü ve demokratik değilse ve başkan kendi partisini istediği gibi yönlendirebiliyorsa, sistemin başkanın hükmüne girmesi ve otoriterleşmesi kaçınılmaz olacaktır. Sistem kâğıt üzerinde neye benziyorsa benzesin pratikte bunun olma olasılığı yüksektir.

Seçim barajı kalkmalı veya yüzde 3’e inmeli
Türkiye yüzde 10’la dünyadaki en yüksek seçim barajına sahip. Seçim barajının mutlaka kaldırılması veya yüzde 3 gibi makul bir seviyeye inmesi gerektiği kanaatindeyim. Yüzde 10 barajı nedeniyle örneğin yaklaşık 6 milyon seçmenin (ki bu aşağı yukarı 6 Kahramanmaraş, 4 Diyarbakır, 3 Konya veya 2 Bursa büyükşehir nüfusuna karşılık geliyor) desteklediği bir parti meclise giremeyebiliyor. Bu da büyük bir haksızlık ve meşruiyet sorunu yaratıyor. Düşünün, toplumun bu kadar büyük bir kesiminin önemsediği bir konu hakkında başkanlık bir karar alıyor ve mecliste buna muhalefet edecek bir parti yok.
Karma seçim sistemine geçilmeli
İki tür milletvekili meclisin meşruiyetini, temsil gücünü ve siyaset üretme kapasitesini güçlendirecektir. Birincisi, yerel halkı, siyaseti ve sorunları çok iyi bilen, seçim bölgesindeki seçmenlerle bağları güçlü olan milletvekilleri. İkincisiyse, tüm Türkiye’yi etkileyen meselelere hâkim ve kamuoyunca tanınmış, sanat, siyaset, bilim, hukuk, ekonomi ve uluslararası ilişkiler gibi alanlarda uzmanlık ve deneyimi olan isimler. Her iki tür milletvekili de kendi içinde çok değerli ve önemli. Mevcut seçim sistemi bu iki tip vekili de tam desteklemiyor.
Almanya’daki gibi karma bir sistem her iki tür milletvekilinin de seçilmesini kolaylaştırır ve meclisi güçlendirir. Her seçimde seçmenler iki oy verir. Meclisin yarısı daraltılmış bölge sistemiyle seçilir. Buna göre her seçim bölgesinde seçmenler az sayıda (2 ila 10) aday için oy verirler ve böylece seçmenlerce tanınan, bilinen, yerelde güçlü isimlerin seçilmesi mümkün olur. Meclisin diğer yarısı da Türkiye genelindeki oy oranına göre parti listelerinden (Türkiye milletvekilliği) seçilir. Bu vekiller de kendi alanlarında uzmanlaşmış, ülke çapında kamuoyunca tanınmış insanlar olur.
Karma sistem, aynı zamanda çoğunluğun istikrar arayışına ve azınlıkların temsil ihtiyacına da yanıt olur. Bir yandan her seçim bölgesinde az sayıda vekil seçileceği için küçük partiler birleşecek veya ortak aday çıkaracaktır. Öte yandan, Türkiye milletvekilliği sayesinde ülke genelinde diyelim yüzde 3 desteğe sahip bir parti de (unutmayalım ki bu neredeyse 3 milyon seçmenin tercihi anlamına geliyor) mecliste temsil edilebilir. Hiçbir seçim bölgesinde seçmenin çoğunluğu için en öncelikli mesele olmayan, ama ülke çapında önem taşıyan çevre, kadın hakları, hukuk gibi alanlarda uzmanlaşmış ve tanınmış isimler de meclise girebilir.
Karma sistem, temsildeki önemli bir adaletsizliği daha telafi etmekte yararlı olacaktır. Mevcut sistemde örneğin Bayburt’ta yaklaşık 80 bin seçmen bir milletvekili çıkarıyor. İstanbul’daysa bunun iki katından fazla, 180 bin seçmen bir vekil seçebiliyor. Bunu telafi etmek için seçim bölgeleri ve vekil sayılarında mutlaka düzeltmelere ve reformlara ihtiyaç var. Fakat karma sistemde Türkiye milletvekilleri ülke çapındaki oy oranıyla seçileceği için bu adaletsizlik otomatikman bir ölçüde hafifleyecektir.
Seçim sistemiyle ilgili son olarak, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararlarının mutlaka belli kısıtlayıcı kurallar çerçevesinde Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi olması gerekiyor. Serbest ve adil
seçimler için bu kadar önemli bir kurumun kararları ile ilgili hiçbir temyiz olanağı olmaması sağlıklı değil.
Başkanla partisi arasındaki ilişki demokratik şekilde tanımlanmalı
Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçmenin en tehlikeleri sonuçlarından biri, sistemde vatandaşları birleştiren partiler üstü ve tarafsız birleştirici bir makamın yok olmasıdır. Bu anlamda başkanın seçildikten sonra partisiyle ilişkisinin kesilmesi arzu edilebilir, ama pratikte bu mümkün gözükmüyor. Bu durumda bu ilişkiye demokratik bazı sınırlar getirilmesi gerekiyor. Bunlar arasında en önemlisi de, bence, özellikle meclis seçimlerinde başkanın partisi lehine kampanya yürütmesine kısıtlama getirilmesi gerekliliği. Eğer bu olmazsa, Türkiye gerçeğinde başkanın (cumhurbaşkanının) devletin olanaklarını kullanarak partisi lehine çalışması seçimlerin adil ve özgür olması ihtimalini ortadan kaldırır. Bu bağlamda milletvekili ve başkanlık seçimlerinin farklı yıllarda yapılması da çok önemli. Maalesef dile getirdiğimiz bütün çekincelerin pratize edildiğini görmek acı verici bir durum. Bu itibarla, bir an evvel ülkenin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modelinden kurtarılması gerekir. Demokrasi ve Katılım Partisi’nin de parti programında haklı olarak yer aldığı veçhile, behemehâl “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme” dönmek veya tam teşekkülü başkanlık sistemine geçilmek gerektiği düşüncesindeyim.
Milletvekili adaylarının en az yarısı önseçimle belirlenmeli
Adayları parti liderleri belirlediği sürece milletvekillerinin liderlerinden bağımsız kararlar almaları çok zorlaşmaktadır. Bu durumda da meclis, başkanı denetleyip dengeleme görevini yerine getiremeyecektir. Öncelikle başkan, kendi partisini (mevcut durumda AKP) büyük ölçüde yönlendirebilir ve kontrol edebilir. Bu durumda da kendi partisi mecliste çoğunluk olduğu sürece başkanın denetlenmesi mümkün olmayacaktır. Kendi partisi çoğunluk olmasa bile, sadece bir muhalefet partisi lideriyle anlaşması, en hayatî kararların iki insanın iradesiyle alınması sonucunu doğurabilir. Suriye politikasıyla veya laiklik ilkesiyle ilgili çoğunluğun istemediği bir meselede Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP lideri Bahçeli’nin hemfikir olduğunu düşünelim. Seçmenler ne derse desin, milletvekilleri hayır oyu kullanmakta zorlanacaktır ve bu karar sadece iki liderin iradesiyle hayata geçebilir.
Ön seçim sistemindeyse milletvekili adayları parti üyelerinin veya tüm seçmenlerinin katıldığı ön seçimlerle belirlenir. Dolayısıyla seçilen vekiller de liderlerinden bağımsız kararlar alabilir. Bu durumda meclisin denge ve denetleme görevini görebilme şansı artar. Parti liderliğinin ve disiplininin zayıflamaması için liderlere de makul oranda adayı belirleme hakkı (kotası) sağlanabilir. SPK, ön seçim yöntemlerini de kısıtlamamalı, örneğin isteyen partilerin sadece üyelerinin değil bütün seçmenlerin katılabileceği önseçimler yapmasına imkan vermelidir.
Eş başkanlık sistemi gelmeli
Mevcut sistemin en önemli zaaflarından biri, yeni lider yetiştirememesi, yedek liderlik oluşturamaması ve siyasi yeteneği israf etmesi. Her siyasal partinin temsil ettiği kesim ve ideoloji için hiç kuşkusuz lider olma özelliğine sahip yetenekli birçok insan var ama onlardan sadece biri lider olabiliyor. O lider de bir süre sonra zamanının çoğunu parti içinden çıkacak rakiplerini engellemek için harcamaya başlıyor. Eş başkanlık sistemi bu yıpratıcı rekabeti törpüler. Mevcut lider yorulduğunda
veya hata yaptığında alternatifi olur. Kararların çok dar bir kadro tarafından alınması da engellenir ve yanlışlar düzeltilebilir.
Seçimler ve siyasal partiler toplumu etkin biçimde temsil edebilen, politika üretebilen ve karar alabilen bir meclis üretmiyorsa, siyasal partiler güçlü ve demokratik değilse, başkan partisini istediği gibi yönlendirebiliyorsa, sistemin başkanın hükmüne girip otoriterleşmesi kaçınılmazdır.
Bu sistem, başkanlık modeline de uygun. Başkanlık sistemlerinde başkan yardımcıları ve başkanla uyumlu çalışmaları çok önemli. Siyasal partilerde eş başkanlık olursa daha baştan beraber çalışmaya alışırlar. Seçmenler de başkanlık seçimlerinde oy verirken başkan ve yardımcılarının kim olacağını bilerek oy vermiş olur.
Eş başkanlık sistemi eğer biri kadın biri erkek olacak şekilde getirilebilirse, Türkiye dünyaya, özellikle de Müslüman dünyaya çok güçlü ve olumlu bir mesaj vermiş olur. Ülke imajının küme atlaması mümkün olur. Kimse kolay kolay laik ve Müslüman kimliğini sorgulayamaz. Siyasete daha uzlaşmacı bir dil egemen olur. Ülke nüfusunun yarısını oluşturan kadınları ilgilendiren konularda kararların sadece erkeklerden oluşan heyetlerce verilmesi adaletsizliği de ortadan kalkar.
Üyelerin yönetime katılması
Mevcut SPK, parti organlarını ve karar alma mekanizmalarını gereksiz derecede ayrıntıya girerek düzenliyor. Örneğin parti kongrelerindeki seçilmiş delege sayısını TBMM tam sayısının iki katıyla  sınırlıyor. Parti üyeleri genel başkan seçimi gibi en temel kararlara sadece delegeleri yoluyla katılabiliyor. Oysa bugünün şartlarında çok daha büyük ölçekli kongreler toplanabilir. İnternet çağında üyelerin çok daha etkin biçimde ve sürekli olarak karar mekanizmalarına katılmaları mümkün. Bu konularda partilere esneklik sağlanmalı. Partiler sadece genel başkanlar ve çevrelerindeki dar kadrolarca yönetilen organizasyonlar olmaktan çıkabilmeli.
Mali şeffaflık
Son olarak, SPK’nın diğer konulardan çok düzenlemesi gereken en önemli konu mali şeffaflık ve denetim. Eğer siyasal partilerin şeffaf ve sağlıklı mali kaynakları olmazsa, ekonomik çıkar grupları seçmenlerin iradesinin önüne geçecektir.
Başkanlık taraftarlarının kendilerinin de vurguladığı gibi, Türkiye dış politikada, ekonomide ve güvenlikte son yıllarda giderek ciddileşmiş olan çok kritik sorunlarla karşı karşıya. Bu durum, büyük ölçüde yine başkanlık taraftarlarının kendi ifadesiyle “fiili başkanlık” yönetimi altında gerçekleşti. Buna rağmen çözüm olarak önerilenin “fiili başkanlığa” daha fazla yetki verilmesi ve yasallaşması olması büyük bir çelişki yaratıyor.
Dünyada başkanlık modellerinin gerek siyasal istikrar gerekse ekonomik performans açısından olası olumsuz etkilerine kanıtlar oldukça güçlü. Ancak mesele sadece başkanlık veya parlamenter sistem seçiminden ibaret değil. Başta hukuk devletinin ve bağımsız ve tarafsız yargının korunması olmak üzere, Merkez Bankası gibi bağımsız kuruluşların özerkliklerinin gözetilmesi ve seçim sisteminin ve SPK’nın iyileştirmesi de aynı oranda hayatî.

Malatya Barosu’nda da seçim yaklaşıyor. Baro Başkanlığı konusunda bir düşünceniz var mı?
-24 yıldır Malatya Barosu’nun bir mensubu olarak mesleki faaliyetimi sürdürüyorum. Önceki yıllarda Baro Disiplin Kurulu Başkanlığı, Staj Komisyonu başkanlığı görevlerini icra ettim. Bugüne kadar çok seçim geçirdik, pek çok Baro başkanı seçildi. Her ne iş yapıyorsanız, layıkıyla yapılması gerektiğine inanırım. Şahsen avukatlık mesleğimi de bu minval üzere yürütürüm. Süreç içerisinde baro başkanı seçilen meslektaşlardan Av. Niyazi Ergin Gökçe’nin ismini zikretmeden geçmek haksızlık olur. Seçim çalışması yaptığı sırada bana iki söz verdi. Birincisi baronun hak ettiği fiziki ortama kavuşturulması, ikincisi de başörtülü avukatlara bir müdahalesinin olmayacağı noktasındaydı. İki sözünü de tuttu. Sonradan gelen arkadaşların hepsi birbirinden değerli insanlar. Ancak, beni etkileyen, dikkatimi çeken bir hizmetleri var mı yok mu an itibariyle bilmiyorum. Daha çok rutin iş ve işlemleri yürüttükleri anlaşılıyor. Bu itibarla yeni dönem için vizyon sahibi arkadaşların yönetime talip olmasını arzu ederim. Bir defa koşulsuz olarak demokrat, özgürlükçü ve adaletin yılmaz savunucusu, dürüst ve kişilik sahibi olmalı. Bütün bu vasıfları sözde değil özde taşımalı. Belirttiğim vasıfları taşıyan bir meslektaşım aday olursa destek olurum. Ben bu seçimde bir pozisyon almayı düşünmüyorum
Hukuk Fakülteleri’nin sayısının ve mezun sayısında her geçen gün artış, mesleğinizin geleceği açısında bir sorun oluşturuyor mu? Hukuk Fakültesi mezunlarının yeterlilikleri konusunda neler söyleyeceksiniz?
-Hukuk fakültelerinin sayıca çok olması ve her geçen gün de sayılarının artmasını kesinlikle doğru bulmuyorum. Burada asıl mesele, nitelikli bir hukuk eğitimi verip vermediğinizdir. Hepimiz biliyoruz ki, mevcut hukuk fakülteleri araç gereç, öğretim elemanı vs. konularında oldukça yetersiz. Dolayısıyla, buralardan mezun olan arkadaşların da yeterince hukuk nosyonu alamadıklarını rahatlıkla ifade edebiliriz. Bir defa, meseleyi baştan itibaren bir sisteme bağlamak gerekir. Örneğin, vaktiyle Fransa’daki sistemi inceleme imkânı bulmuştum. Hukuk okumak isteyenler herhangi bir hukuk fakültesine müracaat ederler. Öncelikle, o dönem için kaydını yaptıranlar bir yıllık hazırlık eğitimi alırlar. Hazırlık eğitimini müteakip, herhangi bir hukuk fakültesine kayıt yapabilmek için (hukuk eğitimi) bir yazılı sınav yapılır. 10 bin kişinin hazırlık okuduğunu düşünelim. Hukuk Fakültelerinin toplam kontenjanının da 2.000 olduğunu varsayalım. Bu durumda en yüksek puanı alan 2.000 kişi aldıkları puana göre hukuk fakültelerine yerleştirilir. Kalan 8.000 kişiye kusura bakmayın denir. Kayıt yaptırmaya hak kazananlar beş yıllık hukuk eğitiminden sonra Avukatlık için yazılı sınava tabii tutulurlar. Barajı geçenler iki yıllık avukatlık stajına başlama hakkı kazanırlar. Stajını başarıyla tamamlayanlar  hemen bağımsız büro açamazlar. En az üç yıl tecrübeli bir avukatlık ofisinde yardımcı avukat olarak çalışmak zorundadırlar. Bu arada meslek içi eğitim de devam eder. Yardımcı avukatlık sürecini tamamladıktan sonra isterse bağımsız büro edinebilirler. Hâkim ve savcılar da avukatlar arasından seçilir. Dolayısıyla, ülkemizdeki durumla kıyaslamak mümkün değil. Acilen sistemi değiştirip, yetkin hukukçuların yetişmesine olanak sağlamalıyız.

Son olarak eklemek istediğiniz bir konu var mı?
-Güzel ülkemizin güzel yarınları için bilimin ışığında kaliteli eğitime odaklanmalıyız. Daha çok çalışmalıyız. Tembelliği ataleti üzerimizden atmalıyız. Bu fırsatı verdiğiniz için size müteşekkiriz.
Haber& Foto: Erdal ÖZTÜRK